Deistler, bir yaratıcının varlığını kabul etmekle birlikte
O’nun din göndermediğini savunurlar. Onlara göre yaratıcı,
evrende bir düzen inşâ edip ardından evreni kendi haline bı-
rakmış ve insanlarla ilişkisini kesmiştir. Dolayısıyla insan,
kendisi ile başbaşa kalmış ve vahye ihtiyaç duymamıştır.
Bu bağlamda deizm, bir yaratıcının var olduğunu ifade
etmekle birlikte “peygamberlik, mucize, ibadet, cinler, şey-
tanlar, sevap ve günah” gibi kavramları reddeder. Bunun ye-
rine insan aklı ile geliştiğini ileri sürdüğü “doğal din” anla-
yışını savunur. Başka bir deyişle Tanrı, evreni bir saat gibi
kurmuş ve kendi işleyişine bırakmıştır.
Bununla birlikte deistlerin kendi içlerinde farklı görüş
ve anlayışları mevcuttur. Burada da deizme karşı birtakım
eleştirilerde bulunacağız.
İlk olarak deistlerin, ölümden sonra adaletin gerçekle-
şip gerçekleşmeyeceği konusunda farklı fikirleri üzerinde
durmak istiyoruz.
Kimi deistler, ahiretin olduğuna inanırken; kimisi ruhun
ölümlü olduğuna, kimisi ise reenkarnasyona inanır. Örnek
olarak William Wollaston, ruhların ahirette davranışlarına
göre ödüllendirilip cezalandırılacağını savunur. Benjamin
Franklin ise bir çeşit reenkarnasyona inanır. Antony Collins,
Peter Annet gibi deistler ise ruhun ölümsüzlüğünü inkar
eder ya da bundan şüphe içinde olduğunu ifade ederler.
Öncelikle, böyle bir evreni var etmiş ve deistlerce “Yüce
Varlık” ve “İlahi Saatçi” olarak nitelendirilen Tanrı’nın,
böyle bir hayatın sonunda ahireti var etmemesi, onun
adaletine yaraşır olmayıp tanrılık özelliğine aykırı-
dır. Zira hepimizin de bildiği üzere dünyada insan kay-
naklı birçok kötülük, zulüm, haksızlık ve katliam vardır.
Tanrı kavramını mantıksal bir düzleme oturtmak isteyen
deistlerin, Tanrı’nın gerçekleştireceği adaletten şüphe duy-
maları da inançlarındaki mantıksal bir eksikliği gösterir.
Bu bağlamda, bir deistin hem “yüce ve aşkın” Tanrı ta-
savvuruna sahip olduğunu söyleyip hem de Hitler, Stalin,
Mussolini gibi tarihte birçok insanı katletmiş kimseleri ce-
zalandırmayacağını ya da dünyada talihsiz bir şekilde sakat-
lık, hastalık ve kimi musibetlerle karşılaşan masum insanla-
rın da ödüllendirilmeyeceğini iddia etmeleri bir yana, böyle
bir şeyden şüphe etmeleri dahi bu tanrı tasavvurunu mantık-
sız bir konuma getirmeye yeterli olmaktadır.
Netice olarak ölümden sonra hayatı inkâr eden deistle-
rin görüşlerinin isabetli olmadığı ortaya çıkmış olmaktadır.
Ölümden sonra hayatı kabul eden deistlerin fikirle-
rine gelince bu noktada şu soruyu soruyoruz: 13.8 milyar
yıllık bir ömür biçilen evren ve iki yüz bin yılı aşkın bir
geçmişi olduğu öngörülen insan türünün varlığını dik-
kate aldığımızda böyle bir varlık âlemini yaratan Tanrı
bizden ne beklemektedir?
Bu soru, ahiret inancıyla ilintili olup Tanrı’nın var ettiği
insan üzerindeki plan ve amacını sorgulamaktadır. Eğer bu
soruya “hiçbir şey beklememektedir” şeklinde bir cevap
verirsek, karşımıza “boş yere” ya da “eğlence için” bir ev-
ren yaratan tanrı tasavvurunun Tanrı için mâkul olmadığı
kendiliğinden anlaşılır. Zira Yüce Yaratıcı’nın anlamı ol-
mayan bir iş yapmasını, bu anlamı olmayan işe de başka
canlıları dâhil etmesini beklemek tutarlı olmayacaktır.
O halde elimizde, deist ve teistler adına tek bir yanıt kal-
mıştır ki, o da “Tanrı’nın âlemi yaratmasında bir amacı-
nın bulunduğu”dur.
Peki, bu amaç nedir? Birçok deist, bu soruya “ahlaklı bir
hayat yaşamamız” şeklinde bir cevap verecektir. Ahlak üze-
rinde durmadan önce burada bir noktayı daha sorgulamamız
gerekmektedir: Tanrı bizi sadece ahlâklı bir hayat yaşamak-
tan mı sorumlu tutmaktadır, yoksa burada anladığımız ah-
lâk kavramı sadece diğer canlılara olan ahlâkla mı ilişkilidir?
Eğer ahlâk kavramını “yaratıcıya karşı ahlak” şeklinde
anlarsak, burada Yaratıcı’nın bizden beklediği aynı za-
manda “Kendisini bulmamız” olacaktır. Zira Tanrı bize
bir akıl bahşetmiş, bu akıl hayvanlardan farklı olarak “ne-
den” sorusunu sormamıza imkân sağlamıştır. Ortada bir ye-
tenek varsa bunun bir fonksiyonu olmalıdır. Bu fonksiyon
söz konusu yeteneğin gerektirdiği sonuçlara ulaşmaktır.
Buna göre Tanrı akıllı varlıklardan kendisinin bulunmasını
bekliyor olmalıdır. Ne var ki günümüzde birçok deist şaşır-
tıcı bir şekilde bu noktayı görmezden gelmektedir.
Ayrıca deistlerin “Tanrı’nın bizden beklediği, diğer
canlılara karşı ahlaklı ve erdemli bir hayat yaşamaktan
ibarettir” şeklindeki görüşleri kendilerine göre ahlaklı
olan ateistleri “imtihanı geçmiş” gibi bir konuma sokmak-
tadır. Oysa insan sadece ahlak üzerine düşünebiliyor olsay-
dı yalnızca ahlaktan sorumlu olurdu. Ancak insan sadece
ahlak üzerine değil, ayrıca bir yaratıcının varlığı ve ni-
telikleri üzerine de düşünebilmektedir. Öyleyse Tanrı,
kendisi hakkında belirli tasavvurlara ulaşmamızı da bekli-
yor olmalıdır.
Bu bağlamda deistlerin ahiretin varlığı konusunda tu-
tarsız ifadelerine ilave olarak karşılaştıkları diğer bir sorun,
Tanrı’nın insanlardan ne beklediğini çizgilerle tespit edeme-
meleridir.
Bu noktada deistlere şu soruyu sorarız:
“Bu nasıl bir Tanrı ki, ne adaletin gerçekleşip ger-
çekleşmeyeceği konusunda bir bilgi veriyor ne de yarat-
tığı belirsiz evrenin içinde bize ne ile sorumlu olduğumu-
zu bildiriyor? İnsanı kendi kaderine terk edilmiş, çaresiz
ve tek başına bırakıyor.”
Deizmin diğer bir problemi de ahlakın salt akılla bulu-
nabileceği iddiasıdır. Bu cümleye “salt” kelimesini ekle-
dik; zira ahlâkın akıl ile bulunulabilir yönü muhakkak
ki vardır. Bir Müslümanın bunu kabul etmemesi müm-
kün olmadığı gibi, bu konu İslâm tarihi boyunca “hü-
sun-kubuh” başlığı altında bir hayli tartışılmış ve birçok
İslâm bilgini, ahlâkın akıl ile bulunulabilir bir yönü olduğu-
nu ifade etmiştir.
Esasen bunu kabul etmek, dine gerek olmadığı anlamı-
na gelmez; zira insanın bir iç bir de dış yönü vardır. İç yönü
olan fıtratı, bazı gerçeklere ulaşmakla birlikte dıştan gelen
yönlendirmeye muhtaçtır.
Yakın tarihte, antropoloji kapsamında yapılan birçok araş-
tırma bunu gösterir niteliktedir. Buna göre ilahi vahiyden ha-
berdar olmayan birçok ilkel kabilede tek tanrı ve ahlaki inanç-
lara rastlandığı gibi, akıl dışı pek çok âdet ve uygulama gö-
rülmüştür. Bu kabilelerde aile içi cinsel ilişkilerden, şiddetle
iç içe geçmiş ritüellere kadar birçok uygulamalar görülmüş-
tür. Yani akıl, salt olarak, zorunlu şekilde kişiyi ahlaka gö-
türmeyebilir. Zira aklın kendisi önemli olduğu kadar, aklı
kullanan kişinin birikimi, düzeyi, şartları da burada etkin
bir rol oynamaktadır.
İlk olarak herkes aynı imkânlara sahip değildir. Şöyle ki
bir insan ahlâk hakkında serbestçe düşünebilecek koşullara
sahipken, kimisi bu şartlardan yoksundur. İkinci olarak, ki-
şilerin doğdukları sosyal çevreleri, ahlak algılarını ciddi
manada etkileyebilir; öyle ki günümüz anlayışı ile ahlak-
sızlık olarak gördüğümüz birçok şey gayet normal ola-
rak değerlendirilebilir. Bu durumda kişi, belki de sosyal
çevresine uyum göstererek ilahî maksattan uzak kalacaktır.
Örnek olarak Aristoteles, köleliğin gayet makul olduğu-
nu ifade edip hayvan evcilleştirme ile köleler arasında ben-
zetme yapıp, iki durumu denk tutar. Yine ona göre kadınlar
erkeklerle asla eşit olamazlar: öyle ki kadın ve erkek ara-
sındaki fark insan ile hayvan arasındaki fark kadar geniştir!
Yine ahlakın, yalnızca insan vicdanına bırakılmama-
sı gerektiğine, bizzat tarihin kendisi şahittir. Şöyle ki bir
Amerikalı, binlerce insanın katledilmesine yol açan atom
bombasını “o olmasaydı dünya savaşı devam edecekti” şek-
linde bir takım aklî yorumlarla meşrulaştırabilir! Yine za-
manında Hitler, Yahudi ve benzeri kimselere yaptığı zulmü
“ırkı Almanlar için sorun teşkil edecek insanlardan temizle-
me” gibi bir iddia ile temellendirebilir.
İşte bu noktada din, aklın kötülüğü meşrulaştırma çaba-
larına bir set niteliği taşır. Buna göre hem vahiy aklı denet-
leyecek, hem de akıl vahyi yorumlama biçimini şekillendi-
rerek bir denge kuracaktır.
Deistlerin dinlere getirdiği bir diğer eleştiri de, dinlerde
yer alan vahiy olgusudur.
Oysa vahiy, Allah adına bir sorumluluk niteliğindedir.
Allah’ı kimse hiçbir şeye zorlayamaz, ona hiç kimse bir gö-
rev yükleyemez. Ancak Allah’ın kendi taşıdığı sıfatlar-
dan hareketle, vahyin, Allah’a ait, lütufla desteklenen
bir sorumluluk olduğunu görebiliriz. Zira Allah evre-
ni var etmiş, canlıları yaratmış; insana da akıl bahşetmiş-
tir. Ayrıca insan, hayat boyu kimi nimetler ve zorluklarla,
lütuf ve zulümlerle karşılaşabilmektedir. Bu denli zıtlıkla-
rın olduğu bir yerde, Allah’ın insanlara ışık tutması, yol
göstermesi, onları iyiye ve güzele yönlendirmesi; onlara
bazı kulları aracılığıyla bu hayatın anlamı olduğunu bil-
dirmesi oldukça makuldür.
Vahiy süreci, içeriği itibari ile metafizik öğeler barın-
dırmakla birlikte, doğal olarak tam anlaşılabilmiş değildir.
Ancak Allah Resulü’nün bazı manevi hallere girdiği, terle-
diği, ardından kısa bir süre içinde birçok ayeti dillendirdi-
ği mâlum olup, bunu “epilepsi, halüsinasyon” gibi hastalık
kavramları ile özdeşleştirmeye kalkan bazı tutarsız iddiala-
ra yanıt niteliğindedir. Zira, tarih boyunca, hiçbir “hasta”,
halüsinasyonları doğrultusunda, 23 yıl boyunca birbiriyle
tamamen ölçüşen mesajlar almamış, bu mesajlarla dönemin
köklü din mensupları ile münazaralara girmemiş, aldığı ah-
laki öğretilerle toplumu ıslah etmemiş, birbirlerinin kanını
akıtan kabileleri bunca kısa süre içerisinde birbirine kardeş
kılmamış, bu kısa süre içerisinde koca bir yarımadayı ken-
disine bağlamamıştır.
Nitekim sadece Veda Hutbesi’nde 120 bin kişinin hazır
bulunduğu nakledilir ki, o hutbe esnasında tüm Müslümanlar
orada değildi.
Kimi İslam filozofları, vahyi faal akıl ile ittisal ola-
rak açıklamıştır, buna göre ahlakî yönden tezkiye olan
Peygamberler, manevi temizlenmeleri sonucu; hakikatin ka-
pısı olan ve dinî literatürde Cebrail olarak anılan faal akıl ile
iletişime geçmiş ve ilahî hakikatler zihinlerine akmaya baş-
lamıştır. Bunların hepsi çeşitli felsefî yaklaşımlardır. Bizim
dikkat etmemiz gereken nokta, biraz önce de işaret ettiği-
miz gibi vahyin mümkün ve yaratıcı adına makul olmasıdır.
Deizmin dinlerde eleştirdiği bir diğer olgu da mucize
olgusudur. Onlara göre Tanrı evrende hiçbir fizik kuralına
müdahalede bulunmadığından, mucizelerin gerçekleşmesi
de imkânsızdır.
Hemen işaret edelim ki, İslâm dininde de aslolan, Allah’ın
imtihan gereği evrendeki fiziksel kurallara müdahale etmi-
yor oluşudur. Bu fiziksel kanunlara “sünnetullah” denir. Yine
Kur’an’da aktarılan kıssalarda görüldüğü üzere aslolan ev-
renin yasaları olup, istisna olan mucizelerdir. Yani Allah ev-
ren yasalarını çoğunlukla değiştirmez, ancak bazı durumlarda
müdahalede bulunabilir.
Deistlerin, Allah’ın evrene müdahale ihtimalini tama-
men kapatması da mantıksal anlamda tutarlı değildir. Bunu
göstermek için şöyle basit bir önerme zinciri kuralım:
a) Evrendeki fizik kurallarının koyucusu Allah’tır.
b) Kanunları koyanın kanunları değiştirmeye gücü yeter.
Sonuç: Allah fizik kurallarına hükmedebilir, müdahale
edebilir, değiştirebilir.
Burada karşımıza şöyle bir soru çıkabilir: Madem
Allah evrene müdahale etmektedir, öyleyse neden kötü olan
her şeyi engellememektedir? Bu soruya en basit cevap, dün-
yanın imtihan alanı olması olacaktır. Zira her kötülüğün en-
gellendiği, her olumsuz durumun önüne geçildiği bir yerde
özgür iradenin ortaya çıkması, dolayısıyla âdil bir sınama-
nın varlığı mümkün olmayacaktır.
Deistlerin, dinlerde eleştirdiği bir diğer olgu da iba-
dettir. Deistler, ritüelleştirilmiş şekilde yapılan bir takım
fiillerin ibadet oluşunu anlamsız bulurlar. Oysa Baylor
ve Columbia Üniversitelerinde yakın zamanda yapılan
araştırmalar, ibadetin ruh sağlığına ciddi anlamda fayda
verdiğini ortaya koymaktadır. İbadet ve dua esnasında kişi-
nin kan basıncı düşer, kalp atışları yavaşlar, kortizol hormo-
nunda düşme gözlemlenir. Zira kişi bu esnada yaratıcısı ile
ilişki kurduğunu duyumsamaktadır.
Kısacası, deistlerin “mantık dışı” olarak bulduğu bir-
çok ritüelin, yaratıcı ile ilişki kapsamında insan ruh sağlığı-
na iyi gelmesi bize bir şeyleri gösteriyor olsa gerektir. Zira
bizler de deistlerle bir yaratıcıya inanır, bir yaratıcının bizi
yarattığını kabul ederiz. Bu yaratıcının da dizayn ettiği insa-
nın, ibadetleri doğrultusunda bu denli rahatlık ve huzur his-
sine kavuşması elbette yaratıcı ile ilişki kurmanın mümkün
olabileceğini gösteriyor olsa gerektir.
Başka bir deyişle, insanı yaratan Tanrı var ise, yarattığı-
nın fıtratını, başka bir ifadeyle tabiatını da dizayn etmiş olan
O’dur. Dolayısıyla ibadet ritüellerinin ruh sağlığında olumlu
karşılığı olması, yine O’nun iradesinin bir sonucudur.
Bir kısım deistlerde “Tanrı insanla uğraşmayacak ka-
dar büyüktür.” gibi bir iddia söz konusudur. Bu iddianın altı
ise “Tanrı insanların davranışlarıyla, cinsel tutumları ile
uğraşmaz.” gibi bir görüş ile doldurulup Tanrı’nın emir ve
yasak kapsamında insanlara herhangi bir dayatmada bulun-
mayacağına benzer ifadelerde bulunulur.
Oysa büyüklük bir şeyi “umursamamak”la ölçüle-
mez. Bilakis umursamama tutumu, çoğu kez bir acizi-
yetten kaynaklanır. Bir insan bir şeyi umursamama işini,
onunla mücadele etmekten veya o durumu değiştirmekten
umudu kestiğinde yapmaya başlar. Onu göz önünde bulun-
durmamaya, zihninde onu bir sorun haline getirmemeye ça-
lışarak kendince savunma pozisyonu almış olur.
Yukarıdaki durumun aynısı, dinlerdeki sevap ve günah
algısı için de geçerlidir. Yaratıcı’nın insanların davranışları
kapsamında bir sınava tabii tutması, adaleti gereği davra-
nışlarını detaylı bir şekilde değerlendirmesi akıl dışı adde-
dilemez. Buna dinsel kavramda “sevaplar ve günahlar” adı
verilmiştir. Buna göre iyilik yapanlar mükâfatlarını alacak-
larken, diğer varlıklara kötülük yapanlar, yaratılışlarının ge-
reğini yapmayanlar da cezalandırılırlar.
Bu konu ayetlerde şöyle geçer:
“Ey oğlum! Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında
olsa da, ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya ye-
rin derinliklerinde de bulunsa da, Allah onu karşına geti-
rir. Şüphesiz Allah, latif olandır, (her şeyden) haberdardır.”
(Lokman, 16)
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa karşılığını gö-
rür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse karşılığını görür.”
(Zilzal, 7-8)
Zaten her şeye gücü yeten bir yaratıcıya yaraşan da bu-
dur! İnce hesabı yürütebilmeli, kullarının içlerine ve dışla-
rına ilmi ile hâkim olabilmeli ki; o bir yaratıcı sıfatına sa-
hip olsun.
Üstteki maddelerden hareketle karşımıza bir soru gel-
mektedir. Madem din mantıksal anlamda mümkün ve gerek-
lidir, öyleyse hangi dinin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz?